
Sabah’ın erken saatlerinde uyandı. Ayaklarına baktı önce. Bakımsızlığını fark etti. Ojeleri çıkmıştı. Gerçekten mide bulandırıcı gözüküyordu. Çalan telefonla irkildi. Beklediği kişinin aradığını görünce rahatladı. “Günaydın hayatım” dedi şefkatli bir erkek sesi. Kalbi o kadar hızlı çarpıyordu ki. Sesini duymayalı uzun süre olmuştu. “Günaydın” diye karşılık verdi. Aslında o da iltifat etmek istiyordu fakat ağzından sadece “Günaydın” dökülebildi o an için. Birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini söyleyip telefonları kapadılar. Bir film de görmüştü, kız utanınca ayak parmaklarını halıya doğru sürtüyordu. O da bilinçaltına işlemiş olsa gerek. Öyle bir tepki verdi. Ve tekrar ayaklarının bakımsızlığını fark etti. Bugün o gündü. Uzun zamandır görmediği o insanı görecekti. Boynuna atlayacaktı, doyasıya koklayacaktı. Birlikte keyifli vakit geçireceklerdi. Çocukluğundan beri hayalini kurduğu atlıkarıncaya binecekti. Sevgilisi terk ettiğinden beri eğlenceden ve keyif veren şeylerden soğumuştu. Fakat bir şekilde hayata da tutunmak lazımdı. Bazen hayatın yaşamaya değer olmadığını düşünür, bazen de bu düşüncesi değişirdi. Fakat “genel” olarak hayattan bıkmıştı. Fakat bugün yeni bir başlangıçtı. Onu görecekti. Aylardır çıkmadığı evinden dışarı çıkacaktı. Duşa girdi. Vücudunun kıvrımlarından akan suyu gördükçe, kendi hayatıyla kıyaslama yaptı. Omzundan başlayıp düzgün kalçasını geçip ayak başparmağında yok olan su damlasını gözleriyle takip etti. “Demek ki en tepeden başlayıp, yükselip sonra yok olmakta var şu dünyada” diye içinden geçirdi. Sonra aklına giren bu saçma düşünceyi kovup kendini teselli etti. Dişlerini fırçaladı. Makyajını yaptı. Ruj seçimi ile ilgili olarak kararsız kalmıştı. Her “dişi” gibi o da seksapelini tavan yaptırmak için “kırmızıyı” seçti. “Aman Tanrım” dedi kendi kendine. Kendisini bakımlı ve makyajlı görmeyeli o kadar uzun süre olmuştu ki. Bir an palyaçoya benzediğini düşündü. Ve ilkokuldayken gittiği arkadaşının doğum günü partisini ve palyaçonun onu köşeye sıkıştırıp korkutmaya çalıştığı zaman aklına geldi. Ailesine bunu söyledi. Ailesi işi iyice abartıp palyaçoyu tacizle suçladılar fakat öte yandan yargı sistemini de göz önünde bulundurarak şikayet etmekten vazgeçtiler. Böylesi de daha doğru olmuştu. Sonuçta ortada bir taciz yoktu. Üstünü başını güzelce giydikten sonra bu sefer de mont ve ayakkabı konusunda kararsız kaldı. Siyah mı, Kırmızı mı? Yine Kırmızı da karar kıldı. Çıkmadan önce saçını topladı. Sarı kakülleriyle oynadı. Uzun süreden beri kendisinden başka, bu kaküllere dokunmamıştı. Kakülleriyle oynanmasından çok hoşlanırdı. Ayakkabısını giyip dışarı adım attıktan sonra “bugün çok güzel olacak” diye kendi kendine mırıldandı. Dışarı çıktı. Güneş adeta gözünün içini matkap gibi deliyordu. O kadar uzun zaman olmuştu ki güneşi görmeyeli. Gözünün acısı hoşuna gitti. İlk defa beğendiği bir şey yüzünden canı yanıyordu. Etraf o kadar yabancılaşmıştı ki. Kaldırım taşları değişmiş. Bakkal efendi işi büyütmüş. Evden sadece sigara ve yiyecek almaya çıktığı zamanlarda da ki bu sadece 10 dakika bile sürmüyordu bunlara dikkat etmemişti. Kendisi de yenilenmişti. Sarı saçları ve kırmızı ağırlıklı dış görünüşüyle fazlasıyla dikkat çekiyordu. Yine utandı ve yine ayaklarını sürüyerek yürürken ayağı kaldırıma takıldı ve düştü. Canı yanmıştı. Ve çevredeki insanlar bu güzel kızın düşüşü karşısında ikiye bölünmüştü: “Gülenler” ve “Üzülenler”. İstifini bozmadan ayağa kalktı. Kendisine yardımcı olmak isteyen birini tersledi. Bunu neden yaptığını bilmiyordu fakat daha sonra bu yaptığından kendiside utandı. Evde kaldığı süre içinde “yabanileşmişti” fakat bugün güzel olacaktı ve aptal bir kaldırım taşı bu günün güzel geçmesine engel olamazdı. Buluşma yerine yaklaştıkça kalbi sabahkinden iki kat daha fazla atmaya başladı. Ailesine evden çıkacağını haber vermedi. Eğer verseydi annesi bunun için bir kutlama tertip eder onu yerin dibine sokardı. Tıpkı çocukken genç kızlığa ilk adım attığında “jet sosyeteye” dağıttığı davetiyeyle ilk “reglisini” kutlamaya çalışması gibi. Artık buluşma yerine gelmişti. Sabırsızlıkla saatini kontrol ediyordu. Ve duş aldığından beri hiç sigara içmemişti çünkü sigara parfümün kokusunu alıp götürüp yerini iğrenç bir kokuya bırakıyordu. Daha fazla dayanamadı ve çantasından çıkardığı sigarayı yaktı ve tekrar o sabırsız bekleyiş pozisyonuna geçti. Alnından bir damla ter damladı. “Allah kahretsin” dedi kendi kendine. Hemen çantasından peçete çıkartıp terini sildi. Uzaktan yaklaşan onu gördü. Adeta sokağı delip geçiyordu. Saçları dalgalanıyordu. Ortalık resmen kararmıştı. Sadece onu gördü. Yanına yaklaştı “sarılma mesafesine” girer girmez boynuna atladı ve onu sadece kokladı. Kokusunu o kadar derin çekti ki içine. Parfümünün genzini yaktığını fark edip sarılmayı bıraktı. “Hadi bir şeyler içelim dedi” kız. “Olur” diye karşılık verdi o. Gidip oturdular doyasıya muhabbet edesi vardı. Okulu ne yapmıştı? Şu sıralar ne yapıyordu? En önemlisi de hayatında biri var mıydı yok muydu? Bütün bunların cevabını kahvelerini yudumlarken aldı. En çok etkilendiği ise “Hayatımda biri olsa, neden seni çağırayım benim için hep sen vardın” cümlesi oldu. Biraz arabesk gözükse de dişilik duygularını okşamıştı bu cümle. “Atlıkarıncaya binelim artık” dedi o. Kızın gözleri ışıldadı. Nihayet binecekti. Kocaman bir genç kız her ne kadar atlıkarıncanın üstünde tuhaf gözükse de. Bu onun yıllardır istediği bir şeydi. O parayı uzattı ve iki kişilik bileti aldı. Beraber bindiler. Yine etraf bu iki kişinin atlıkarıncaya binmesi konusunda ikiye bölünmüştü: “Gülenler” ve “Yadırgayanlar”. Hiç biri onun umurunda değildi. O sadece eğlencesine bakıyordu. Süre dolduğun da birlikte indiler atlıkarıncadan. Uzaktan bir sesin ona seslendiğini fark etti sarı saçlı kız. Dönüp baktığın da babasını gördü. “Ne işin var burada bıkmadın mı benim mutluluğumu engellemekten” diye haykırdı. Babasının gözleri doldu. “Ne olur yapma böyle bak. Hadi gel gidelim herkes bize bakıyor ne olur zorluk çıkarma” Onu nasıl bulduğunu bilmiyordu. Aklı bu sorularla meşgulken babası bir kez daha yineledi “hadi”. Kızın geri dönmeye niyeti yoktu. Tekrar döndü baktı belki son kez göreceği “o”na. Neden son kez görsün ki? “Hiçbir yere gelmiyorum ben” diye haykırdı. Babası çaresiz arkasını geri dönüp geri giderken “zafer”in verdiği hazzı yaşamaya başladı. Fakat bu haz yarıda kaldı çünkü babası bir sedye ve iki doktorla geri dönmüştü. Doktorlar koluna girmeye çalıştı fakat birisinin hayalarına tekme attı. Tekme yiyen yerde kıvranırken daha iri olan diğer doktor kızın iki kolunu birden tutup zapt etmeye çalıştı. Tekmenin şiddeti hafiflemiş olacak, diğer doktor vakit kaybetmeden kıza iğneyi yaptı. Kız kendinden geçti. Ve bütün bu olan bitenler karşısında etraf yine ikiye bölünmüştü: “Yazık” diyenler ve “Kim bilir ne bok yedi” diyenler. Ambulansa doğru götürülürken hayal meyal onu son kez gördü. Hastanede gözlerini açtığında karşısında “o” duruyordu. Fakat çok bulanıktı. Hatta görüntü titriyordu. Vermiş oldukları ilaç yine “o”nu yok edecekti. Ve gerçek hayatta o kadar üzülmesine rağmen mutlu olduğu hayal dünyasının yok edilmesini bir türlü hazmedemiyordu. Fakat kendisine teselli buldu. En büyük hayali gerçekleşmiş di. Bir günü bir erkekle çocuklar gibi eğlenerek geçmişti. Ve atlıkarıncaya binmişti. “o” odadan çıkarken son kez ona el salladı. Ve odanın sessizliğini hastanede başucunda duran oyuncak atlıkarıncanın müziği eşliğinde bozuldu. Atlıkarıncaya dokundu. Gözleri dolu bir şekilde bir süre izledi atlıkarıncayı. Daha sonra derin bir uykuya daldı. Sonun başlangıcı olan o uykuya.
Mert Uzbay
fotoğraf, fotokritik.com'dan alıntıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder