Eski Sayılar İçin

20090320

üç silahşörler ve karanlık

Ahmet Abi, Olric ve Çetin; büyük cam pencerenin hemen dibinde öğle güneşiyle şımartılmış eski ahşap masanın başında oturmuş beni bekliyordu. Uzun uzun hesaba çekilecektim, belliydi. Onlara seni anlatmamakla hata etmiştim. Haberleri olmalıydı. Gizli saklı işler yürütmemeliydim.

Önce ocağa çay suyu koymak için mutfağa gittim. Kireci ve tazyikiyle Ankara Devlet Su İşleri İdaresi’nin sevimli, küçük evime bağladığı suyu, eski çelik çaydanlığın kireçli dibine doldurdum. Babamın eski, kenarı kırık çakmağıyla ocağı yaktım ve çaydanlığın alt kısmını da üstüne koydum. Çaydanlığın üst kısmı için ise beş kaşık çay, sonra o da onun üstüne… Ben böyle saçma-sapan, alt-üst uğraşıp gereksiz tasvirler yaparken, Ahmet Abi sinirli sinirli parmaklarını masaya vuruyordu: tık tık tıktıktıktık tık tık… Sabırsızlanmıştı iyice. İçerde bu kadar oyalanmama bozuluyordu. Haklıydı, büyüğümüz oydu, ona her şeyimi anlatmalıydım. Bana boşuna mı abilik ediyordu? Ondan saklayacaksam bir şeyleri, neden abilik yapmasına gerek duyuyordum? Her zamanki fazla şakacı haliyle olaya Olric müdahale edecekti, biliyordum. Daha doğrusu öyle olmasını umuyordum. Nedense canımı en çok yakan sözcükleri o söylerdi, en acıtıcı olan demek ki her zaman en sert olanı değildi. Çetin ise olanları soğukkanlılıkla izliyor, hiç sesini çıkarmıyordu. En çok o bozulmuştu, en çok onun ağrına gitmişti bu durum. Doğrusu onun gönlünü nasıl alacağımı bilmiyordum. Mutfaktan salona doğru geçmeden, bir koşu gidip odamdan Çetin’in en sevdiği yumuşacık battaniyemi kaptım, ağır adımlarla, ciddi tavırlarla –ah, Çetin en çok ağırbaşlılıktan etkilenirdi- Çetin’in omzuna usulca serdim. Ve üçünün de beni – ve benim de pencereme gelen şımarık güneşi- rahatlıkla izleyebileceği büyükannemden kalma eski yeşil koltuğa gömüldüm. Hazırdım. Sahi, Karanlık, hazır mıydım?

‘Dirseği gökyüzüne dayalı’*, kaşlarını çatarak ve kırıştırmaya çalışarak alnını yani güya sert olarak, gözlerimin ta içine bakıyor Ahmet Abi. Ne zaman söyleyecektin der gibi, seviyor musun? diyor.

Seviyorum Ahmet Abi. Çok seviyorum, hem de nasıl. Olric, sen anlat istersen, ben birini sevince nasıl severim sen anlat. Susuyor Olric. Bu seferkini anlatmamama çok sinirlenmiş anlaşılan. Ama insan bazen kendi kendine konuşmaktan sıkılıyor be Olric, biraz da başka insanlarla konuşmak istiyor, sesine ses gelsin istiyor. O bana öyle güzel sesleniyor ki Olric!

Çetin, sinirle ayağa kalkıyor. Battaniyem, orda, oracığa yığılıyor. Çetin! Odamdan sigarasını alıp geri dönüyor. Hala çıt yok. Ahmet Abi ona bakıyor usulca, şefkatle. Susuyorum başımı öne eğip.






Ama aşık oldum ben Ahmet Abi. Hem nasıl gülüyor bilseniz. Nasıl anlatsam ki size. Hani öyle bir gülümseme. Anlatsam tüm hüznü kaçardı Ahmet Abi, ellerimin kokusu kalmazdı. Ben sigaraya başladım be abi, özlüyorum diye! Ellerim nikotin koksun, ben gözlerimi kapatayım, onun kokusu burnumdan ciğerlerime bir yol olsun, tüm iç organlarım onunla dolsun diye!

Çetin’e dönüyorum, bir ümit. Çetin, çok karanlık olur ya dışarısı. Hani için de bir karanlık olur, kendine doğru kıvrılır korkuların. O anda, bir el, Çetin anlıyor musun? Uzun bir kumsal düşün şimdi. Işıktan yoksun. Ayakların çıplak, kum tanelerine batıyorsun bileklerine kadar. Yıldızlar gökyüzünde, bir sarhoş tarafından yere indirilmeyi bekliyor. ‘Yıldızlar ayağımıza dolanıyor Çetin!’ ** Ağzımı açsam, tüm sözcükler yere dökülecek. Ağlasam, buharlaşacak havadaki tüm gerçek dışılık. Konuşamazdım Çetin. Anla beni…

Birden susuyor herkes. Ahmet Abi, pencereden dışarı bakıyor. Sanki çok önemli bir şeyler oluyor aşağıda. Mahalleli çocuklar futbol maçı yapıyormuş da, içlerinden birini kendi çocukluğu olarak seçmiş, heyecanla ve gülünesi bir hırsla onun gol atmasını bekliyormuş gibi. Üstelik Olric de araya girip hiç yardımcı olmuyor bana. Hem onun kızmaya ne hakkı var ki? Ben zaten her şeyimi anlatmam ona. Ama bu seferkinin farklı olduğunu onlar da mı biliyor, yoksa onlarla birlikte ben de şimdi mi öğreniyorum, bilmiyorum. Olric’e bakıyorum göz ucuyla, yardım istiyorum. Oralı olmuyor.

Buradan kalkıp bir meyhaneye gidelim Ahmet Abi, bu böyle olmayacak, diyorum. Derin bir iç geçiriyor, öksürüyor filmlerdeki babacan amcalar gibi. Yaşlanmışsın be abi. Elini dizine dayayarak kalkıyor, geçerken Çetin’in omuzlarını sıvazlıyor –yapma şunu Ahmet Abi, Çetin’e haksızlık ettiğimi her fırsatta yüzüme vuracaksanız eğer böyle- mutfağa gidiyor. Kül tablalarını boşaltıyor, çay bardaklarını tezgaha çıkarıyor. Çıkan şıngırtı, zaten gergin olan hepimizin sinirini bozuyor.

Ömrümün en kıymetli üç adamına bakıyorum. Özür dilerim Karanlık, hani sen gelmeden önce, diyecektim. Bir rakı sofrasında tanıştım Ahmet Abi’yle. Koyu karanlık, esmer gözleri olan esmer bir karısı vardı. Ahmet Abi onun gözlerine nasıl bir hasretle bakardı. Öleli çok olmadı. Bir gün geldi, benim abim oldu Karanlık. Büyük, kocaman, serin elleri vardı. Küçüklüğümün elinden tuttu, buralara kadar yürüttü, yolda masallar anlattı. Çocukları olmamış. Gerçi ona bakarsan birçok çocuğu vardı. Hepsi ülkenin bir yerine dağılmış, onun paramparça edilmiş gençlik düşlerini yeniden toplamaya çalışıyorlardı. Onunla tanıştığımda Olric zaten vardı Karanlık. Aslında başından beri vardı. Pek anlaşamayız biz onunla. Sürekli laf sokar, gururumu kırar, beni en kırılgan yerlerimden özenle tutar, büyük bir hazla kırardı. Onu görebilmem uzun zaman aldı. Başlarda iç organlarımda yaşardı. Canımı sıkmak istediğinde, tırnaklarını geçirirdi ve o vaziyette, kanata kanata boğazıma kadar çıkardı. Böyle zamanlarda midem bulanırdı Karanlık, kusardım. Zamanla neden kusamadığımı da böylece anladım. Çünkü Olric günün birinde dışarı çıkmaya karar vermişti ve bu da benim sağlık sorunum ne kadar kusmaya müsait olursa olsun kusamayacağım anlamına geliyordu. Böyle ayrıntılara girdiğim için üzgünüm Karanlık, ama böyle yaparak biraz da Ender’e benzemek istiyorum ki Çetin biraz yumuşasın, azıcık gülümseyebilsin, suratını daha fazla asmasın diye. Neyse. Öyle işte sevgili Karanlık, hem benim canımı yakan ama en kötü anlarımda da kulağımın dibinde bana güzel sözler fısıldayan Olric, Ahmet Abi’nin gelişine sesini çıkarmadı. Ona ses çıkarılmazdı. Çünkü o, rakı bardağını elinde çok güzel tutardı Karanlık, ona nasıl saygı duyulmazdı?



Ahmet Abi elinde çay tepsisiyle içeri girdi. Tepsiyi masanın üzerine koydu, bütün eller sıcak, cam bardaklara uzandı. Sekiz tane el! İkisi Çetin’in, ikisi benim. Ortada buz gibi bir hava esti Karanlık, ellerim onun ellerine değmedi. Oysa böyle durumlarda Çetin hep kibarca, usulca parmaklarını değdirirdi parmaklarıma. Bu aramızda bir şefkat göstergesiydi, bir ispattı, bir gereklilikti sanki. İşte ben ona seni anlatmayarak bir gerekliliği bozmuştum; o da beni parmaklarından akan şefkatten yoksun bırakmıştı. Üşüdüm o an. İçim ürperdi. Çetin’in şu kapıdan çıkıp gidebileceği düşüncesi çakıldı birden aklıma. Ben Çetinsiz yapamazdım Karanlık. Gözlerim yandı birden, bakışlarımı geri çevirdim, kalorifer peteğinin üstüne sabitledim. Üç çift çorap vardı petekte. Yeşil, kırmızı ve pembe. Ne kadar sevimli durduğunu düşündüm o an çoraplarımın. Oysa çorapları düşünecek vakit değildi, altı çift göz tekrar bana çevrilmişti. Hakkımda bir karar mı verilecekti?

Dış dünyadan birine tutulduğum, gerçek biriyle gerçek bir ilişki yaşadığım için mi? Çetin’i aldattığım için mi? Hükmüm hemen şimdi burada mı verilecekti? Peki cezam neydi? Çetin gidecek miydi? Sorduğum sorulardan nefes alamıyordum Karanlık, bunun farkına varan ve zevkten pis pis sırıtan Olric, bakışlarını bardağına çevirerek, çayını karıştırmaya başladı. Ahmet Abi’nin bir dostu onun için ‘sevmen acele, dostluğun çabuk’ *** demiş, o da nasıl içerlemiş. Ben kolay kolay bir insanı sevemem, kolay kolay içime yerleştiremem, demişti. Yani o beni sevmişti, korumuştu, sahiplenmişti ve ben ona ihanet etmiştim! Çetin hala tek kelime etmemişti. Üstelik hala yerde savunmasız ve korunmasız ve acınası ve lanet olsun yapayalnız battaniyem duruyordu, öylece bir kıyıya köşeye atılmış. Bir zamanlar beni de tam o haldeyken ellerimden tutup kaldıran Çetin. Bana kendimi sevmeyi öğreten, bana çocukluk arkadaşı Ender’den çocukça bir heyecanla bahseden, beni güldüren, beni gülümsetebilen Çetin. Ellerimi kutsallaştıran, saçlarımı akışkanlaştıran Çetin.

Hayır Karanlık, yanlış anlama. Bizim Çetin’le olan yakınlığımız bambaşka idi. Çetin benim içimdeydi. Sense kanlı canlı, kaprisleri, kıskançlıkları, sesi, varlığı olan bir şeysin. Benimsin. Benim düşlediğimden öte bir şeysin Karanlık.

Şımarık güneş, yavaş yavaş yaşlı bir bulutun koynuna saklanıyordu, içimden böyle ağdalı tasvirler yapmak geliyordu, Ahmet Abi şekersiz çayını çoktan bitirmişti –bu acı tatla çay içmeyi bir türlü içine sindiremezdi- Çetin dokunmamıştı bile, Olric de ağzında yuvarlaya yuvarlaya tadını çıkarıyordu işte. Yeşil, yayları kırık koltuğa iyice gömülmüştüm. Gözlerim ayrıntı avında, deli gibi odayı dolaşıyordu. İçinde yıllardır kurumuş çiçekler olan –onları bana Çetin almıştı, alındığında canlıydı- vazo tozlanmıştı, petekteki renkli ve neşeli çoraplar muhtemelen kurumaktan çok yanmıştı, saat ikindiyi biraz geçmişti, fıstık yeşili masa örtüsü biraz eğri duruyordu, halının püskülleri eprimişti, bu sene evin duvarlarını mı boyasaydı? Olric, Ahmet Abi, Çetin yetmiyormuş gibi, bir de gözlerim mi konuşacaktı? Hatta o da yetmiyormuş gibi evi boyamaya mı kalkacaktı? Birden kahkahayı koy verdim. Öyle içten, öyle derin, öyle iştahlı gülüyordum ki, Olric bile buna bozulmuştu.

Gülüşümün bitmesini sinir bozucu bir sabırla beklediler. Zira o kadar çok güldüm ki, odadaki oksijen azaldı birden. Nefessiz kaldım sanki. Gözlerim öyle bir yaşardı ki. Birazdan katıla katıla ağlayabilirdim, tam da o sınırdaydım işte. Bunu Ahmet Abi de Olric de Çetin de çok iyi biliyorlardı. Ruhumun üç silahşörleri. Söylene söylene masadan kalktılar Karanlık. Çok canımı acıttılar. Önce Çetin kalktı, odasına girip kapıyı kapattı. Sonra Ahmet Abi, büyüklere özgü o çok ama kötü şeyler bilen bir esefle doğruldu yerinden, Olric’le göz göze geldi. Kapıya doğru yöneldi ikisi. Salonla kapı arasındaki yol sanki hiç bitmek bilmedi. Hala bilmiyordum, hükmüm neydi? Hiçbir şey demeden mi çekip gideceklerdi? Suçum, kanlı canlı bir insanı mı sevmekti? Olric neden o sözleri söyledi Karanlık, Olric neden pis pis sırıtıp, “Çetin bitti bir de Karanlık’ımız eksikti, bu kızda bu hayal gücü varken, başımıza bir ordu toplar” dedi? “O kara kuru çocukta ne bulduysa şimdi” diye söylenen Ahmet Abi’ye neden gülerek, “Yıldızlar, Ahmet Abi, yıldızlar!” dedi? Sahi, ben onlara senin kara kuru olduğundan bahsetmiş miydim Karanlık?

Çetin mi? O, odada kaldı. Odanın dışına hiç çıkmadı. Nefesini dinledim, merak etme, hala yaşıyor. Üstelik bazı sabahlar kapısının önüne koyduğum kahvaltıyı bile alıyor. Belki bir gün dışarı da çıkar ha, ne dersin? Söylesene Karanlık, beni içimde bir Çetin’le kabul eder misin?

Ocak 2008
Deniz Depe

fotoğraf: Nazlı Koç

______________________________________________________

* Edip Cansever, Mendilimde Kan Sesleri
** Barış Bıçakçı, Bizim Büyük Çaresizliğimiz (cümlenin asli hali: ‘Yıldızlar
gökyüzünde, bir sarhoş tarafından yere indirilmeyi bekliyordu. Yıldızlar
ayağımıza dolanıyordu Çetin!’ )
*** Edip Cansever, Mendilimde Kan Sesleri

3 yorum:

Adsız dedi ki...

şimdi dumanını tüten bir sigara, fütursuz akan gözyaşları ve bu gözyaşlarının süzüldüğü bir deniz olmalıydı... çok canım çekti. böyle ekran başında yapay bir şekilde ağlamak daha da acıtıyor nedense...
yine içimi titrettin deniz...
kalemine sağlık...

deniz d. dedi ki...

eyvallah... keşke isim de verseymişsin :) elif?

Adsız dedi ki...

isim vermeme gerek yokmuş denizcim :)

Yazıların sorumluluğu yazı sahiplerine ait olup, yapılan alıntılarda kaynak göstermek zorunludur. Katılım ve telif bilgisi için lütfen bakınız: http://alti-icerik.blogspot.com/2009/01/alti-numara-e-dergisi-katilim-ve-telif.html

6 Numara'nın fotoğrafçısı olmak ister misiniz?

Öykülerimiz ve kapak tasarımımız için fotoğraflarını bizimle paylaşmak isteyenler için başvuru adresimiz: bilgi@6numara.net

iletişim için

her türlü öneri/şikayet/yazı için: bilgi@6numara.net