İlk öyküsüyle ses getiren, bununla birlikte devamı on sene sonra gelmesine rağmen takdirle takip edilen bir öykücü… Sanırım yazmayı hayatının merkezine koymuş, hırsla dolu tüm yazarları kıskandıracak bir kalem. Yazdıklarını kendine saklayan, okununca mutlu olan ama yine de o tedirginliği içinde taşıyan… Sanırım, en çok bu yüzden kıskandım onu. Hani bazıları güzel olmak için fazlasıyla çaba (!) harcar da bazıları öyle duru, öyle güzeldir ki… Tek bir dokunuş olmadan.Çabalamayan, çalışmayan, ilhamla yazan biri olduğunu kast etmiyorum elbette. Böyle bir şeye de inanmıyorum zaten. Hem ne kadar titiz biri olduğundan bahsediyor eleştirmenler. İki kitap arasında 10 sene! Benim dediğim, kalemindeki olağanlık, duru güzellik, başka bir şey…Bir çocuğu anlatabilmek o “son gece”lerde… Yaşadığım onca “son akşam”lardan sonra, nasıl sıradan bir şey gibi okuyabilirim ki? Birini uzak ülkelere yolcu etmek, aylarca beklemek gelmesini. Yüzünü unutmak zaman zaman. Peki kim bir iç sıkıntısını tarif ederken, vücuda dolan zeytin yağından bahsedebilir? Karakterinin içinin bulanmasıyla yetinmeden, okuyucunun da bulanmasını sağlamak…
Geyikler Annem ve Almanya hakkında anlatırken de yazarken de hep bunu tekrarladım: somutlama. Beni vuran şey buydu çünkü. Benzetmeler öyle yerindeydi ki. Hani duygu anlarına yönelen bazı yönetmenler vardır. Onlardan bir film izler gibi. Hani Ferzan Özpetek, filmlerinde gerilimin en yüksek olduğu anda sesi keser. Hani son filminde kadın yürüyordur yolda, ölüm haberi gelecektir birazdan, seyirci onu bekler. Kadın durur. Ses kesilir. Tüm sesler durur bir anda. Sonra telefon çalar, sessizliğin o çığırtkan geriliminde. Kötü bir haberin eşiğinde zihin bulanır, mide bulanır, kayıp gider bir boşluğun içine beden. Öyküleri aynen öyleydi işte. Aytaç’ın sarhoşluğa geçtiği an, gözlerimin önündeydi. Sesler kesildi, Aytaç bir denizin ortasında yapayalnız kalıverdi. Kulaklarına denizin uğultusu doldu, çıkmak istedi, çırpındı. Sarhoşluğu, boğulmayla tasvir etmek!
Tasvirlerin ötesinde bir de gerçekler var. Hayatın gerçekleri. Gözümüze sokmadan, tüm olağanlıklarıyla. Aslı’nın o an hissettikleri mesela, o gerginliği. Yine kesilen ses. Ve tam da o anda yere düşen boncuklar. Bunu bir yönetmen çekseydi, o kavganın ortasında tüm sesleri keser, sadece boncukların saçılma seslerine odaklanırdı.Zaman zaman “evet, işte bu” dediğim, tam da hissettiğim şeylerden bir öykü; zaman zaman biçimsel tekniğini kıskandığım bir öykü kimi zaman da diliyle ruhumu okşayan bir öykü… Kimi zaman duru, yalın; kimi zaman gerçekleri yüzüme sertçe çarpan; kimi zaman çaresiz, kimi zaman umutlu, çocukça; kimi zaman koyu, bulanık bir sıvı, kimi zaman da tertemiz, öylesine durgun…Olaylarla örülü öyküler elbette ayrı bir tatta, ama en çok da böyle içe yönelen öyküleri okumayı seven biri olarak öyle keyif aldım ki okumaktan. Altlarını öyle çok çizdim ki, defterlerimin kenarlarına yazdım, zihnime ve arkadaşlarımın zihnine de elbette…
Yetmedi bu kitap tabii ki, Yazılı Kaya ardından, bir solukta… Bir rüyada gibi bazen, bazen bir beşikte gibi, çok ağlayıp da zihnin uyuşması gibi.Dedim ya, kıskanılacak bir şeyler var onda. Belki benim hiçbir zaman yazamayacaklarım. Zaman zaman dedim ki ne kadar geç kalmışım okumakta Nursel Duruel’i. Ama yine de diyorum, elbet bir gün kesişirdi yolum. Elbet… Yine de tam da yirmi birimde, iyi ki diyorum, çok büyük bir minnetle…Sularla geyiklerin birleştiği, boncukların yere saçıldığı bir imgede bulurum belki bir gün kendimi, rüyayla gerçeğin karıştığı anları yazmayı ben de becerebilirim; düğüm düğüm kalmazlar boğazımda geceleri…
Deniz Depe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder