Kapı çaldığında sürüngen bir uykuyla mekik dokuyordu Su yorganla yastık arasına. Kapının çalmadığını, kapının çaldığını sandığını duyumsamayı istedi. Kapının zili alıcı edasıyla tekrar çarptı evin mavi duvarlarına, oradan da Su’nun odasına yol aldı hızla. Sefil bir vaziyette kalktı Su, başı dönmüştü ani kalkışından. Kapının ortasındaki buzlu cama çarptı, cam birkaç milim esnedi, Su da esniyordu. Cam soğuktu, Su da soğuktu. Su hep soğuktu zaten, hep üşürdü… Tekrar çalmasına mahal vermemek için aceleci adımlarla yürüyerek açtı kapıyı. Çetin’di gelen, canhıraş bir halde karşısında duruyordu Su’nun. Bir elini duvara dayamış, hafifçe öne eğilmişti. Sanki kilometrelerce koşmuş ve yığılmak için de orayı bulmuş gibiydi. Su’yu görünce doğruldu. Utandı Su, saçını toplasaydı bari. Kıyafetinden utandı, şişmiş gözlerinden utandı, gözlerindeki utancı Çetin’in fark etmesinden korktu, korkusundan utandı, utanç duygusuna lanet etti o an. Pişman oluverdi hemen, en olmadık duyguların peş peşe sıralanmasına müsaade ettiği için, boğuluyordu mücerredatın içinde, mücerredat ansızın ortaya çıkan bir ürperti gibi yayılıyordu Su’nun bedenine, diken diken ederek tüylerini. Çetin’in bu suskunluğu bozmasını diledi. Oysa Çetin suskunlukları severdi, suskunun iki insan arasındaki soluma mesafesindeki tüm oksijeni yakmasına müsaade ederdi, şikayet etmezdi bundan. Gerginlik yaratmadığı gibi, yaratılan gerginliği bozmak gibi bir adeti de yoktu, hiç olmamıştı. Çetin “girebilir miyim?” dedi. Su’nun utancı yerini şaşkınlığa bırakmıştı, şaşkınlığı fark edip etmediği endişesiyle baktı Çetin’in yüzüne. Su’nun yüzünde resmi geçit yapan duyguların arasında şaşkınlığı esamesi bile okunmuyordu. Neden sonra fark etti Çetin’in karşısındakinden önce konuşmamak kuralını ihlalini. Bir şeyler ters gidiyor olmalıydı. “Gel” dedi. Ağır aksak adımlarla içeri girdi Çetin. Dizini yere koyarak eğildi, siyah botunun bağcıklarını çözdü. Sanki içerde bir yığın insan ona bakıyor ve Çetin’in gözlerinden zoraki selam vermenin gerginliği okunuyor gibiydi. Oysa evde Su’dan başka kimse yoktu. Belki de buydu Çetin’i rahatsız eden.
“Geç otur” dedi Su, “ben çayın altına su koyayım.” Mutfağa geçti Su, salona geçti Çetin. Kadife bordo kumaşlı, tek kişilik koltuğun ucuna oturdu, avuçlarını diz kapaklarına koydu. Biri koltuğa çarptığında düşüverecek bir yastık gibi duruyordu oracıkta. Birkaç yıldan beri aşina olduğu eskimiş halının desenleriyle göz göze geldi, selamladı onları eski bir dost edasıyla, ağır başlılıkla. Su demlikteki çaya baktı, sabah demlenmişti. Akrep akşamüstü olmasının yorgunluğuyla usul usul ilerliyordu, güneş de şehrin beş katlı apartmanlarının hizasındaydı artık. Eskiydi bu apartmanlar, güneş vurunca, bodrumda unutulmuş, tozlanmış tablolar gibi daha eski gözükürlerdi.. “Tadı kaçmıştır bunun şimdi” dedi mırıldanarak “yenisini demlemek lazım.” Ağır ağır demliyordu çayı… Çaydanlığa su koyarken yüzeyde gezinen kireç parçalarına baktı, boşalttı birkaç kez suyu, iyice bakındı içine, başka kireç kalmamıştı. Koydu ocağa, yaktı ocağı kibritle. Söndürdüğü kibriti kutuya koydu tekrardan, her şey geldiği yere gitmeliydi. Mademki insanoğlunun kaderi toprağa dönmekti, insanoğlunun eliyle yarattığı her şey de geldiği yere gidecekti. Ha yaşanmış bir ömür, ha kullanılmış bir kibrit, ikisinin de tükenmişlikten başka bir özelliği yoktu. Hatta kibrit çöpü bir adım önde bile sayılabilirdi, tükenmişlikten önce bir işe yaramıştı, ocağın altını yakmıştı. Oysa ömür, yaşanarak ya da geçiştirilerek biterdi ve başka bir mekanda başka bir zamanda vuku bulmazdı.
Su da Çetin’i günlerini yaşamaktan ziyade geçiştirmeye ayırdığı* zamanlarında tanımıştı. Bir kitap tanıştırmıştı onları. Sevdi Su Çetin’i, benimsedi, gitmesin istedi. Gitmedi Çetin, hiç gitmedi. Su her gittiği yere Çetin’i de götürmeye başlamıştı farkına varmadan. Onunla konuşurdu kendi kendine. Çetin’in onu duyduğuna inanırdı hep. Çetin’e göstermek için yeni kitaplar alırdı, Çetin’se onları çoktan okumuş olurdu. Söylemezdi bunu Su’ya, bir daha okurdu. Aralarındaki diyalog farklıydı, çok konuşmazlardı. Birlikte olmadıkları zamanlarda ne yaptıklarını anlatmazlardı birbirlerine. Kimse diğerinin alanına müdahale etmezdi. Konuşmak isteyen susturulmaz, anlatmak istemeyen zorlanmazdı. Aynı türküleri sevmenin hazzını yaşarlardı gizliden. Çetin geldiğinde dinlenilen türküler, bir dahaki görüşmeye kadar Su tarafından farkına varılmadan ezberlenilmiş olurdu. Bilerek yapmazdı Su bunları, o yokken de onu yanında taşıdığı için oluyordu tüm bunlar. Okuduğu şiirlerden beğendiği dizelerin altını çizmesi, ona göstermek için olurdu. Çetin fark ederdi bunları, oysa Su Çetin fark etsin diye bir çaba göstermezdi. Beraber hiç kahkaha atmamışlardı, birbirlerini hep bir tebessümle yanıtlarlar, tebessümleri gözlerinde gülerdi. Ve hiç ağlamamışlardı birbirlerinin yanında… Su tekrar yaşamaya başlıyordu. Biraz zorlanıyordu hayatın akıcılığına yetişmekte, ama Çetin ona destek oluyordu, destek olmak için bir şey yapmasına gerek kalmadan…
İçeri, yani salona, yani Çetin’in yanına geçti Su. Gözlerini yerden kaldırmıyordu Çetin merakını hissetmesin diye. Çetin Su’nun merakını kamçılamak ister gibi suskunluğu uzatıyordu. Saatin sesi duyuluyordu bir tek, tik… Tak… Tik… Tak… Akreple yelkovanın arasındaki yarışın bitmesi için ille de pilin bitmesi mi gerekirdi sanki? Başka bir yolu yok muydu acaba? Su kendini bu düşüncelerle oyalamaya çalışıyordu. Perdenin hafif aralanmış sol tarafına takıldı gözü, akşam güneşinin beyhudeliği odanın içine yansımış ve havada uçuşan tozları gözle görülür kılmıştı. Aklı perdede kalmıştı, kalktı, perdeyi duvara doğru çekti iyice. Perdeyi çekerken omuz üstünden arkaya bakarak Çetin’i süzdü, hala konuşmuyordu, hareket dahi etmiyordu. Canı sıkılmıştı Su’nun iyiden iyiye. “Çetin…” dedi, Çetin “Su…” derken… Birbirlerine baktılar, Su tebessüm etti, Çetin yanıt vermedi. Su, Çetin’in fark etmediğini düşündü tebessümünü, fark ettiyse bile yanıt vermediğini fark etmemeyi yeğledi. Oturdu Su, dizlerini birleştirdi, ellerini kenetledi dizlerinin üstünde, açılmamacasına. “Evet?” dedi. Çetin derin bir soluk aldı, “gitmem gerek” dedi, yere düştü bakışları kelimelerle beraber, “gitmek zorundayım Su…” Su baktı Çetin’e, yüzüne, gözlerine, gözlerinin ta içine baktı, farklı bir cevap, bulunmamış bir alfabeden oluşturulmuş farklı bir cümle arar gibi baktı, ellerine baktı Çetin’in, sabırsız ellerine, yaşlanmış ellerine… Nikotin kokan ellerine baktı Çetin’in. Diyecek bir şey bulamadığı gibi, çevresinde olan hiçbir şeyi de anlamamaya başlamıştı. Çok uzaklara gitti bir an… Çetin’i tanıdığı zamana gitti. Çetin’i tanımasının üzerinden çok değil, birkaç yıl geçmişti sadece, ama şimdi çok uzaklardaydı o zamanlar. Su gözlerini yere indirdi, birden, aniden bir şey anımsamışçasına kaldırdı bakışlarını, Çetin’e baktı, dudakları aralandı, bir şey söyleyecekti besbelli. Tam konuşacakken gözlerini kapadı, yutkundu, bakışlarını salonun kapısına çevirdi, “ben…” dedi, “ben çayları getireyim…” Hızla kalktı koltuktan, Çetin’e bakmıyordu, bakamıyordu, bakamazdı. Çetin görmemeliydi, süzülmeye hazır duran bir damla yaşı… Salonla mutfak arasındaki mesafe bitmiyordu, yürüyordu Su, mutfağın kapısına vardığı anda tuttuğu nefesini bıraktı, kapıya tutundu, kesik kesik ağlamaya başladı. Çetin’in duymaması gerekiyordu, hayır ağlayamazdı onun yanında. Su ağlamazdı, herkesin sandığından ve göründüğünden daha duygusal olmasına rağmen, ağlamazdı Su. Su ağlıyordu… Dirsekleri gergin bir halde ellerini tezgâha dayadı, göğsü sıkışıyordu, kendini toplaması gerektiğini biliyordu. Dolabı açtı, ince belli bardakları çıkardı, iki tabak, bir çay kaşığı… Çetin şeker atmazdı çayına. “Şeker çayın tadını bozuyor” derdi, “şekersiz içmek lazım…” Sigarasını da kibritle yakmazdı, onun da sigaranın tadını bozduğunu söylerdi. Sigara ve çay, hayatının iki vazgeçilmeziydi Çetin’in. Yemekten sonra asla hemen yakmazdı sigarasını. Paketten bir sigarayı alırdı, düzeltirdi, ucunda kalmış fazla tütünleri dökerdi, sonra izmariti masaya vurup tütünlerin arasında kalan boşlukları doldururdu. Bunları yaparken konuşurdu, çok güzel konuşurdu Çetin. Çetin çok güzel sigara içerdi. Su sigara içmenin bir insana bu denli yakışabileceğini hiç düşünmemişti. Sigarayı parmaklarının ucuyla tutmazdı, iki parmağının birleştiği yere yerleştirdi sigarasını, dudağının kıvrımıyla içerdi sigarayı… Çetin sigara içerken, parmak uçları yanardı Su’nun… Çayları doldurdu Su, içerden sigara kokusu geliyordu, demini arttırdı Çetin’in çayının. Avuçlarını şakaklarından yukarı çekerek yüzündeki ıslaklığı sildi Su. Gözleri kızarmış mıydı acaba? Şimdi bunu düşünmenin sırası değildi. Çay bardaklarını alıp içeri geçti, yani salona, yani Çetin’in yanına. Kendi çayını kahverengi sehpanın üzerine bıraktı, eğilerek Çetin’e çayını uzattı, bakmıyordu ona. Çetin çayı alırken tabağın altında parmakları birbirine değdi**, parmak uçları yandı Su’nun… Çetin sigara içiyordu. Çok güzel içiyordu. Su şeker getirmeyi unutmuştu, aldırmadı, zaten yeterince yanmıştı genzi. Kaşığı bardağın kenarına iki kez vurdu; şık şık… Sonra tabağın kenarına bıraktı. Çetin’in paketini aldı, bir sigara yaktı. Su sigara içmezdi, bazen Çetin’e özendiği için yakardı bir tane, onu da içmeyi beceremezdi. Öksürükler içinde söndürürdü sigarayı. Çetin gülerek “sigarayı ziyan ediyorsun” derdi, alınmazdı Su bu lafa, çünkü gerçekten ziyan ediyordu sigarayı. İlk nefeste öksürmemeyi başardı Su. Sonrakinde de, bir sonrakinde de… Çetin bir yudum aldı çayından, “Su, başka bir cümleyle gelmek isterdim sana…” dedi, ve devam etti “ama kızma bana, biliyordun, bir gün gideceğimi, gitmem gerekeceğini biliyordun…” Su cevap vermiyordu, bakmıyordu bile. “Su, bir şey söylemeyecek misin?” Su, ismini Çetin’in ağzından duymayı çok severdi, Çetin fark ederdi bunu. “Çetin, ben senden sonra ne yapacağım?” dedi. Çetin, eski yaşantına dönersin diyecek oldu, sustu. Su eski yaşantısına dönemezdi, Çetin’den önce bir yaşantısı yoktu. Diyecek bir şey bulamadı… Su konuşmaya devam etti “bir gün diyorsan, tamam… Ya da iki gün… Ya da bir ay, on ay, bir yıl, beş yıl… Tamam derim Çetin. Ama sen Çetin, sen bana gelirim diyemiyorsun ki… Dönüp dönmeyeceğini sen bile bilmiyorsun ki… Seni bekleyeceğini bildiğin halde, dönememe ihtimalin olduğu birinin hayatına neden girdin Çetin?” Su hiç böyle konuşmazdı, Çetin’e hiçbir şey sormazdı, hele ki böyle sorular. Çetin şaşkınlıkla baktı Su’nun yüzüne. Ona yalan söylememişti ki, hatta en başında söylemişti, çok değil, bundan birkaç yıl önce anlatmıştı Su’ya, bir gün gitmesi gerekebileceğini… Daha önce de gitmişti Çetin, ve dönmüştü… Ama o zamanlar Su’ya gideceğini hiç söylememişti, birkaç hafta ya da birkaç ay kaybolurdu ortadan, Su bir şey sormazdı ona, çünkü hep “geleceğim Su…” derdi. Su onun gittiğini bilirdi, ama endişe etmezdi. “Döneceğim dedi” der dururdu kendine günlerce, “dönecek” derdi… Onun geleceği zamana saklamak üzere kitaplar alırdı, türküler öğrenirdi, şiirler okurdu, altını çizerdi dizelerin… Oysa şimdi durum farklıydı. “Başka bir cümleyle gelmek isterdim” demişti. Bu cümle içinde dönememeyi barındırıyordu, gün gibi ortadaydı her şey. “Ne diyebilirsin ki şimdi bana Çetin? Benden sonra eski yaşantına dönersin desene…” dedi Su. Çetin bu cümleyi söyleyip söylemediğini anımsamaya çalıştı. Söylemeyi düşünmüş fakat söylememişti. Söylememişti değil mi? Düşünceleri Su’nun hıçkırığıyla kesildi. Bir veda nasıl yaşanırsa, öyle yaşanıyordu. Oysa onlar, veda etmezlerdi ki… Sevmezlerdi vedaları. Ayrılık, onlar için melodram sahneleri demek değildi. Sanrılı günlere uyanmaktı, inatçı bir suskunluktu, ve gizliden gizliye, kimseye belli etmeden yol gözlemekti. Ağlamak, hiç değildi… Oysa Su şimdi ağlıyordu, Çetin’in yanında. Çetin yanına oturdu Su’nun, başını omzuna bastırdı, farkında olmadan sıkıyordu Su’yu, canını acıtıyordu. Ama az önceki sözler kadar değil. Daha az. Gömleği ıslanmıştı Çetin’in, genzi yanıyordu Su’nun; nikotin kokulu ellerden… Ve Su, nikotini bu ellerde sevmişti, bu elleri nikotin kokusuyla sevmişti… Su, bu elleri çok sevmişti! Orda, o koltukta, Çetin’in omzunda ne kadar ağladığı bilmiyordu. Ağlamaktan çok yorulmuştu, yaşadığı yılların toplamında ağlamadığı kadar çok ağlamıştı. Uykuya daldı omzunda Çetin’in.
Saatler sonra açtı gözünü, Çetin yoktu. Su odasında değildi, salonda uyuyakalmıştı, en son Çetin’in omzunda ağladığını hatırladı, etrafa bakındı. Gerçekten Çetin’le o konuşmaları yapıp yapmadığına emin olmak istedi. Sehpaya baktı, bardaklar yoktu. Gün ağarıyordu, bu kadar uzun süre uyumuş olabilir miydi sahiden? Hızla kalktı, başı dönmüştü ani kalkışından. Sendelemedi. Hızla odasına gitti. Masasında küçük bir kağıda ilişti gözü, Çetin’in el yazısıydı bu.
“Anılarda kalırdı belki zamanla ince bel, namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer…” ***
Yazıyordu. Gözlerini yukarı çevirdi Su, tavanı delip de gökyüzünü görmek istercesine baktı yukarı. Kağıt elinde, içeri geçti, yani salona, yani Çetin’in artık olmadığı yere. Kapattığı sol tarafından tutup araladı perdeyi, dışarı baktı, gün ağarmıştı. Yeni bir gün, onmayacak bir yara, eski bir hayat… Bir kez daha okudu kağıtta yazanları, kağıdı burnuna götürdü, nikotin kokuyordu. Yeni bir gün yeni hiçbir şey getirmemişti. Ve hatta alıp gitmişti…
Çay koymak için mutfağa gitti. Dolabı açtı, ince belli bardaklar kendisine bakıyordu. Elini uzattı, eli havada kaldı bir süre. “İnce bel..” diye mırıldandı, iç geçirdi.
Çetin’in izini bıraktığı koltukta, şekersiz çayını yudumlamaya başladı, fincandan…
*Oğuz Atay. Tutunamayanlar
**Üç Silahşörler ve Karanlık
***Can Yücel
Ayşe Şahin, Sosyal Hizmetler
Fotoğraf: Nazlı Koç
Eski Sayılar İçin
20080627
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Yazıların sorumluluğu yazı sahiplerine ait olup, yapılan alıntılarda kaynak göstermek zorunludur. Katılım ve telif bilgisi için lütfen bakınız: http://alti-icerik.blogspot.com/2009/01/alti-numara-e-dergisi-katilim-ve-telif.html
6 Numara'nın fotoğrafçısı olmak ister misiniz?
Öykülerimiz ve kapak tasarımımız için fotoğraflarını bizimle paylaşmak isteyenler için başvuru adresimiz: bilgi@6numara.net
iletişim için
her türlü öneri/şikayet/yazı için: bilgi@6numara.net
4 yorum:
Gerçekten okurken çok duygulandım ve özellikle "ayrılık" tan ne anlaşılması gerektiğini bu kadar güzel anlatmana hayran kaldım, sonuçta ondan da tat almalı insan değil mi... Bir de "kibritin de geldiği yere geri gitmesi ve geldiği yere gitmeden hiç olmazsa bir işe yaramış olması" nın insan hayatıyla bağlantısını çok beğendim... Mükemmel olmuş, eline sağlık...
yüreğine, emeğine sağlık...
senin sesinden "Su" hikayesi... bildiğim, gördüğüm, anladığım bir "Su" hikayesi...
Sesin suskulara gömülmesin hiç...
"mevla gökteki kuştan, daldaki meyveye kadar ayrılık vermesin"
Googleda bir kelime arattım karşıma bu yazı çıktı ilk başta bu ne ya dedim ama sonra bir okuma isteği doğdu içimde ve okudum her kelimeden sonra diğer kelimeyi her cümleden sonrada diğer bir cümleyi merak ederek okudum gerçekten güzel bir anlatım ve gerçekten hüzünlü bir veda .
Teşekkür ederim yorumlar için...
Yorum Gönder