Eski Sayılar İçin

20080627

Düşler Konvoyu

Dağınık bir oda, kirli yemek tabakları, savrulmuş çamaşırlar, çoraplar… Köşe bucak fırlat
ılmış müsvetteler, kitaplar… Kırık bir oyuncak gibi gelirdi bana yaşam, acınacak bir nesne gibi duruyordu zaman. Yüreğimde hınç, gözlerimde öfke türüyordu. Üstüme kapatılmış bir kapıydı duyarsızlığı, umarsızlığı, yaşanmış onca şeyi yaşanmamış sayışı.
—Günlerdir düşünüyorum, ben gidiyorum.
‘Benimle yaşayacak kişi üç vakte kadar mutluluktan ölebilir; çünkü mutlu olmaktan çok mutlu etmeyi severim.’ Bu sözleri duyduğum anda bağlanmıştım ona. Yakışıklı değildi. Kalın kaşları, uzun burnu, hafiftümsek göbeği, saçlarının dökülmesiyle açılmış geniş alnı, ağaran şakakları ve sararmış dişleriyle sevmiştim onu. Tek dayanılmaz tarafı geç saatlerde uyandığında bir türlü güldürmeyi beceremediği suratıydı.
—Beni geçirmeye gelmeyecek misin? Gün ağarmaya başladı ve şafağın körü. Bu yüzden gelmeni istiyorum. Nihayetinde otogar uzak günün ilk saatlerinde bir kadın tek başına, ıssız sokaklarda… Bitirilmiş bir kitap gibi rafa kaldıramayız yaşadıklarımızı. En fazla otogara kadar gelirsin. Bir an bile düzeltebilir her şeyi. Bu saatte gitme, mutluluktan öldüreceğim seni, diyebilmen yeterli olacak. Gidebilecek gücüm yok bunu dizlerimin çözülüşünden hissediyorum. Sen de bunun farkında olmalısın. Hadi gitmemi istemediğini söyle, bağır, hararet et, küfret, kusmuk gibi dök içindeki her şeyi… Tek kelime olsun bir şey söyle. Zamandan an çalalım. En azından köşebaşına kadar gel benimle. Öyle olsun, ben gitmeyeceğim şimdilik!
Anı zamandan çalmak, küçük ayrıntılarda kaybolmak ve yanlış cevaplara sığınmak. Ruhum bedenimde boğuluyor. Bunu hissedebiliyor; yüzünde şubat soğuğu, dudağının kenarına iliştirdiği kayıtsız gülüşünden belli. Utkusunun tüm zarafetiyle elveda diyecek, başkasının masalında kazanmış bir kahraman gibi. Ben gittikten sonra ağlayabilir; beklide ağlamayacak, her zamanki gibi gözyaşlarını içine damıtacak.
—Evet! Tek suçlu sensin, mutluluktan öldüremedin beni.
Beynimde ayrıntılarla kaplı bir atmosfer örülü. Her şey karanlık ve gölgelerin ağırlığı hâkim ilişkimizde. Hem suçluyum hem güçlüyüm ve bunun bilincinde olması mağlup olmasına yetiyordu.
—Elveda, gidiyorum. Bensiz mutlu olursun artık.
—Bunlar bize yakışmayan pembe ve dostça sözcükler. Güzellikle ayrılalım, sevgiyle kal…
Artık karanlık mabedime çekileceğim, sessizce yüreğimin kıyısına vuracağım kendimi. Uzaktan izleyeceğim bensizken yalnızlıkla nasıl boğuştuğunu. Bensiz yapamayacağını anlamalı. Dudağının kenarına iliştirdiği kayıtsız gülüşü git dercesine haykırıyor. Varlığım ya da yokluğum anlamsızmış gibi ama bir an sonra ben olmayacağım hayatında. Kaybedenin kendisi olduğunu anlayacak. Hayır! Hiçbir şey kaybetmemiş gibi yine müzik dinleyecek, kitap okuyacak, şiir yazacak, gecenin en sessiz ve karanlığa çiğ düştüğü saatlerde yürüyüşe çıkacak, yıldızları seyredecek ve teker teker saymaya başlayacak, saydıkça benim gereksiz bir ayrıntı olduğumu düşünecek. Geç saatlere kadar uyumayacak, gülüp güldürecek, herkesle ilgilenecek, sanki kendisinin ilgiye ihtiyacı yokmuş gibi…
Arabanın çalışan motoru onu geride bıraktığımı ağlamaklı bir sesle fısıldıyor, boğazımda bir hırıltı. Günün orta yerinde gidiyorum. El bile sallamadan duruyor başı dimdik. Ayrılığın ikimize de yarayabileceği umuduyla onu geride bırakıyorum, her şey düzelebilir umuduyla fakat her şey tamamen bitebilir de gediklerimizi kapatmaya çalışırsak eğer. Onun için her şey, her an başlayabilir; bitebildiği gibi. Iramamı beklemeden arkasına döndü bile. Eve gidip rahatça uyuyabilir, balıkçı kahvesine gidip tavla oynayabilir, denize karşı oturup küçük cep defterine şiirler yazabilir ya da hiçbir şey kaybetmemiş gibi müzik dinleyebilir… sanki onu terk etmemişim gibi. Benimse boğazımda düğümlenen bir hıçkırığın yakıcı çığlığı…
Sıcağın kavurduğu asfalta daldıkça onu kaybettiğimin bilincine daha çok varıyorum. İnsan kendini görmek istediği yerde bulur demişti. Onda kendimi buluyordum ya da bu bir sanrıydı. Balık kızartıp salata yapmıştı. Sarhoş olana kadar şarap içmiştik. Böyle nedensiz başlamıştı sevi maceramız. Küçük ve yumuşak ellerini, geniş alnını, gülümseyince kendi hacmine sığamayan burnunu, kıllı göğsünü sevdim. En çok da uzaklara dalan hüzünlü gözlerini sevdim. Ve sevdikçe daha çok korktum onu kaybetmekten. Kendi masalımı anlatıp dururdum ona. Çocukluğumun gizli dehlizlerinden götürürdüm onu geçmişime. Bir kadının yaradılış gereği yapması gereken görevleri yani bulaşık yıkamakla ortalığı temizlemekle kitap raflarındaki tozu almakla pekiştirirdim geleceğe dair hülyalarımı. Gece uyumadan önce başımı göğsüne koyardım. O da tatlı bir esinti gibi okşardı tenimi. Saçlarımı parmak uçlarıyla taradıkça hiç tanımadığım annemin yerine koyardım onu. Aşk, sevgi ve mutluluk üçgeninde huzurlu yaşamın ilelebet sürüp gideceğine inanıyordum. Düzene girdikçe yaşamımız bir şeylerin kaybolduğunu anladım. Ve sustu şarkımız…
Susan şarkımızın notaları sarmış ruhumu. O kendi şarkısını dinliyor ruhunun sesiyle. Günün güneşle aydınlanması ve geceyle kararmasıyla ilgilenmiyordu. Bir kadının, bir erkek için ne hissettiğini; bir erkeğin, bir kadın için ne hissettiği de ilgilendirmiyordu onu. O, çoğul bir kişiliğe sahipti, bölüşgendi ve kendini böldükçe çoğalıyordu. Böylece bana sırrını söyledi bir gün: ‘Hiç tanımadığımız birini rasgele sevebiliriz, bize uzak bir yabancıya tutulabiliriz. Herkesi sever, sevdikçe çoğalır, sevgiyi bölüp birbirimizi daha çok sevebiliriz. Bir erkekle bir kadın arasındaki sevgi kurallara bağlıysa yok olur, her şey klişeleşir. Sevgi iki cinsin sevgili gediğini kapatması için kullanılan bir nesne değildir. Aksi takdirde sevginin kefaretini acıyla öderiz.’ demişti. Bense :’Seninle bir ömür boyunca şarkımız susmasın.’gibisinden bir şeyler anlamıştım yudumladığım şarabın etkisiyle. Ama hayat bu, her an her şey olabilir; kanunsuz, kitapsız, beklenmedik… tahrip gücü yüksek her şey olabilir diye devam ettiğini gayet iyi anlamıştım. Güzel çirkine dönüşebilirdi. Hayat canlı ve cansız tüm varlıkların kuşatması altındaydı. Sırf bu yüzden mutlak özgürlük yoktur. Ay ışığı camdan kırılıp içeri sızıyordu. Kulağımda ağustos böceklerinin sesiyle sızmıştım kollarında.
Hayatı bizim için önemli kılan şey nedir? Kutsal saydığımız değerlerin toplamı nelerden oluşuyor? Nefes alabilmek, gökyüzünün maviliğine dalmak, kuş cıvıltılarıyla kendimizden geçmek, emekleyen bir çocuğun etrafına gülücükler saçarak ortalığı dağıtmasını izlemek, merdiven altından geçmemek, her şeyden öte yeni bir güne başlamanın verdiği huzur ve güven midir yaşamı kutsal kılan…? Düdük sesiyle vardiyadan çıkan öfkeli, içine kusan, hayal dünyasına kaçan firarperest yığınların taş kesilmiş suratlarındaki nasır dökülürken… aç susuz yaşayıp, martılara imrenerek çöplüklerde ekmek kırıntıları toplayan; yoksulluktan sefillikten ve inandığı değerler uğruna yaşama hakkından feragat eden insan kütleleri dururken… ölenler, öldürenler, dövüşenler, barışanlar, barut ve duman kokusuyla yüreklerde korku peydahlanırken… sayıp bitmezken, bitti derken tekrar başa gelinirken yaşanan her şey…
Ben ve o, yani bir dişiyle bir erkil arasındaki çetrefilli bir ilişkiye ve sevda türküsüne dönüşebiliyor her şey. Tatlı bir sözle kaynaşıp, sıcak bir nefesle sözlenirdik gece karanlığında. Evet, gecenin çiğ vakti, karanlığın yerini yıldızların ışığına teslim ettiği an, duyguların ayrı ordular halinde savaştığı dem. Böcekler susmuş yıldızlar sönmüş ve ben onun kollarına teslim olmuş; güven ve sevgiden bir şeyler sızıyordu aramızda sanki. Oda dağınık, hayatlarımız dağınık ve saçlarım darmadağınık, sabah yeli tatlı bir esintiyle yalıyordu tenimizi.
* * *
Başı dimdikti, kollarını açıp bana sarıldı. Yüzündeki şubat soğuğu yerini ağustos sıcağına bırakmıştı. Gözlerinde umutsuzlukla yıkanmış bir umut vardı. Ki benim kadar kimse tercüme edemezdi gözlerindeki ifadeyi. Onsuz yapamayacağımı biliyordu en az benim kadar. Dönmüştüm ona. Sevgiden mi yoksa kaybetme korkusundan mı bilmiyordum. Bunun bir önemi de yoktu. Bende her insan gibi döndüm ve kendimi görmek istediğim yerde buldum. Biliyordum gitmeden önce de geri döneceğimi, onsuz yapamayacağımı. Yıldızlara, gecenin ve denizin mavisine, kalbimin çarpıntısına ve hiçbir sözcüğe sığınmak istemiyordum. Kendimi görmek istediğim yerde bulmak istedim sadece.
-Sana döndüm kıyısız limanım, geldim. Gördüğün gibi buradayım, yanındayım. Seni kaybettiğime ve yeniden bulacağıma inanmadan geldim. Kusurum, inancımdı sana ki düşündüğünden daha fazla tanıdım seni.
Yol boyunca talaşlaştı yüreğim, umudum ve katreleştim. Beni nasıl karşılayacağı kaygısıyla debelendim. Yanak yanağa çektirdiğimiz bir resim karesinde bir daha buluşacağımızı ummuyordum. Denize karşı oturduk. Kolunu boynuma doladı, başımı omzuna koydum. Mavinin verdiği huzura bel bağlayarak konuşmaya başladım: ‘Seni seviyor muyum yoksa kaybetmekten korktuğum bir alışkanlık mısın, var olan bir gerçeğimiz var ki ikimizin de sevgi anlayışı çok farklı. Ben senin sevgi anlayışını sevmiyorum ama seni senin sevgi anlayışınla sevmeyi istiyorum.’
Sevmek ya da kaybetmek korkusu… Beceremiyorum sevmeyi. Onu seviyorsam da kusurlu bir tanımla seviyorum. Sevgim özürlü bir çocuk gibi. Anlayışlarımızın kanı uyuşmuyor, birbirini tutmuyor duygularımızın dölü. Hep eksik bir yanı olacak beraberliğimizin ve her zaman gözümüze batacak bu eksiklik. Sırf bu yüzden geldim sanırım. İmkânsızı başarmanın hırsı, zaman geçirme ya da zamanı geçiştirmek değil. Özürlü bir sevgiyi masaya yatırmanın, iyileştirmenin bencilliğiyle, umuduyla ve hırsıyla…
‘Günaydın!’ dedi. Dönüşümün üzerinden bir gün geçmiş, anlamına geliyordu bu aydın gün. Gülümsedi, çirkin suretinde bir gül açıldı. Gülüşüyle bir deniz çalkalandı içimde, tatlı bir huzuru kıyıma bırakırcasına.
—Çıkalım mı? Martı çığlıklarının anlamsız melodileriyle dalgaların sesini dinleriz. Belki de düşlerimizi denizin mavisiyle takaslarız.
—Çıkalım.
—Düşünüyorum da hayatın tercümesi olma; zira hayat tecrübeden ibarettir. Bu yüzden sana döndüm.
—Gitmen anlamsızdı zaten.
—Ama beni çok kırdın.
—Çünkü çok kırıldım.
Kırılma noktası, kızgınlık nöbeti, öfkenin yumak yumak birikmesi ve büyümesi, maşuğu düşman belleyip incitici sözcükleri kuşanarak cengleşmek. Söyleyecek bir sözcük bulamamanın sancısı. Nefret ile merhamet, gurur ile aşağlanma, acı ile inat, kaybetme korkusu ile umut; sonu olmayan, sona gelip de başa dönülen bir çıkmaz sokağa dönüşüyor her şey.
—Bunu hiçbir zaman unutma ki küstah, kendini beğenmiş, bencil, kıskanç bir erkek, kendi acılarına gülümseyip başkalarının acılarına ağlayan biriyim ben. Duygu özürlüsüyüm.
—Yüreğini onarmak için söylüyorsun bunları, ayrılırsak beni başı dimdik durarak uğurlamak için. Kendini küçük detaylarla suçlarken aslında sen kendin için günah çıkartıyorsun. Kendinden yana kullandığın bahaneler bunlar. Her zamanki gibi haklı çıkacağına inanacaksın. Ben senin bencilliğine inanıyorum sadece.
—Hayır, karanfil kokulu kadınım yanılıyorsun. Kendimi sana anlatırken, sen beni benim yargılarımla değil; kendi yargılarınla tanımaya çalışıyorsun. Ben acının beşiğinde büyümüşüm. Amacım acı çekmek değil, acıya tutunarak acıyı unutmaktır. Doğruyu gösterecek bir yoldan yürümek istiyorum. Sana kılavuzluk teklif ediyorum?
Denize karşı oturduk. Kollarını boynuma doladı. İyice sokuldum ona, yüreğinin çarpışını tenimle hissettim. Kendimi tarif edememenin çaresiyle baş başaydım. Duygularımı anlatacak ne bir lisan ne de bir lügat vardı. İçimde yaşayan bir yanımdı onsuz yapamayacağım. Doğurup büyütmek istediğim bir yönümdü içimde ancak görmeye ve büyütmeye cesaret edemediğim özümdü.
—Doğurt beni, özümü tamamlayıp sen olayım.
—Yaşayabilecek misin?
—Ben de sen gibi olabilir miyim? Yani ne bileyim, küstah, kendini beğenmiş, bencil… Yabancılığa âşık ve yalnızlığa tanık.
—Deneyebiliriz ama yaşayabileceğini zannetmiyorum. Zira sen hayata aşık ve yaşama sevincine tanıksın.
—En azından denemek istiyorum başaramasam da. Sen gibi olmak, sen gibi yaşamak istiyorum. Belki de yarattığım hayat yaşadığım dünya olacak.
—Sen toplumun tüm değer yargılarına inanıyorsun. Bu sende özgüven eksikliği yaratıyor. İçtensin, önyargısız yaklaşıyorsun her şeye, benim dışımda!
—Evet, senle olan ilişkim dışında her şeye önyargısız yaklaşıyor olabilirim; çünkü köşebaşında bile seni bekleyen yeni bir yaşamın umudu var sende. Son verme ve yeniden başlama özgüveninin verdiği bir rahatlıkla yaşıyorsun.
—Hayır, karanfil kokulu kadınım yine yanılıyorsun. Bendeki sevgi olgusunu kavrayamıyorsun. Hiç tanımadığımız birini sevebiliriz derken; sevi biçiminin farklılığını anlamıyorsun. Elindekine ‘sahiplenme’ anlayışıyla yaklaşıyorsun. Her şeyiyle kendine ait olmasını istiyorsun. Hiçbir çift birbirini son kertesine kadar tanıyamaz. Her zaman bir giz vardır insanların iç dünyasında. Çiftler zamanla bu gizi birbirine sunarlar ve böylece aşkın ömrü uzar, doğurgan bir sevgi oluşur aralarında. Bu yüzden her an her şey olabilir diyorum. Sevgi tamamlanamaz bir erdemdir. Aşkın kanununa uygun ve yaşamın sisiyle buğuludur sevgi.
—Evet, şimdi anlıyorum. Zamanla daha çok anlayacağım. Değişip sana dönüşeceğim. Apansız, gökten bir yıldızın kayışı gibi olmayabilir; ama değişeceğim. Sen anlattıkça tabularım kırılacak ve anlayışım eriyecek. Hızım durgunluğu, bulanıklığım duruluğa dönüşecek. Anlıyorum ve anladıkça seni, olmak istediğim özüme dönüşüyorum. Doğuruyorum kendimi. Şu an ‘mutluluktan ölebilirim’ kurbağa prensim. Seninle yaşayıp ve seninle yaşlanmak istiyorum, ne dersin?
—Olabilir; fakat bizim hayatımızda verilmiş sözlere yer olmamalı. Her an her şey başlayacağı gibi her an her şey bitebilir rahatlığıyla yaşamalıyız. Ömür dediğimiz ne ki… Sahipmişcesine yaklaşmamalısın hiçbir şeye. Sadece kendini yanımda görmek istediğin için seni yanımda bulmak istiyorum.
Sımsıkı sarıldı bana, kollarının arasında küçülüp kozadan çıkmak üzere olan bir tırtılın acı, tedirginlik ve umudu içerisindeyim. Beni burnumdan öptü. Tırtıl kozadan çıktı, kelebek oldu. Kanadımda yedi renk. Acı sevgiye, tedirginlik huzura, umut mutluluğa bıraktı yerini. Ellerini okşayıp avuç içinden öptüm.
—Ellerin kuş tüyü kadar hafif ve yumuşak, yüzün bir meleğin yüzü gibi masum, gözlerin dost kadar samimi ve bir çocuk kadar içtensin. Dudağının kenarına iliştirdiğin tebessümü, buğulu sesini ve uzaklara dalan hüzünlü gözlerini seviyorum. Seni her şeyinle seviyorum.
Kendimi tamamlıyorum, o anlattıkça erişiyorum özüme. Eksik yarıma kavuşuyorum, özümle bir bütün oluyorum. Zamanla onu daha çok anlıyorum, anladıkça tanıyorum, tanıdıkça kendimi tanıtıyorum. Her gün biraz daha aralıyor yüreğindeki mahremiyetin kapılarını bana, ben de aralıyorum yüreğimdeki mahremiyetin kapılarını ona. Gizlerimizi adak gibi sunuyoruz sevgimize. Duygularımız aşkımızı doğuruyor. Aşkımız sevgimizi besliyor. Üstünü örtmeden yatıyor yine. Düş görüyor, muhtemelen uyandığında gördüğü düşü hatırlamayacak yine. Hayata ve insanlara dair konuşmaya başlayacak gözlerini açar açmaz. Beceremeyecek suratını güldürmeyi uyku modundan çıkmayana kadar yine. Ben onu daha çok tanıyacak ve kendimi tamamlamaya devam edeceğim. Özüme kavuşacağım bir adım daha. Düşüncelerim, duygularım, acılarım ve sevinçlerim bölünüp çoğalacak. Çıkmazlarım mutlulukla buluşacak. Buluşlar özümle örtüşerek şekil verecek yaşamıma, sevgime…


Musa Bilik, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği

Fotoğraf: Nazlı Koç



Hiç yorum yok:

Yazıların sorumluluğu yazı sahiplerine ait olup, yapılan alıntılarda kaynak göstermek zorunludur. Katılım ve telif bilgisi için lütfen bakınız: http://alti-icerik.blogspot.com/2009/01/alti-numara-e-dergisi-katilim-ve-telif.html

6 Numara'nın fotoğrafçısı olmak ister misiniz?

Öykülerimiz ve kapak tasarımımız için fotoğraflarını bizimle paylaşmak isteyenler için başvuru adresimiz: bilgi@6numara.net

iletişim için

her türlü öneri/şikayet/yazı için: bilgi@6numara.net